• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/tabusalcom?ref=hl
  • https://twitter.com/tabusal
Kentleri Çiğneyen Ayaklar Kimin?

Müslüman aydın ve siyasilerimizin modern dünyanın kalkınma anlayışı ile İslam’ı uyumlaştırma çabası çelişkiye düşmelerine neden olmaktadır. Gerçek bir medeniyet tasavvuru, küresel kapitalizmin bu topraklarda yayılmasını durdurmalıdır. Bugün medeniyet hakkında konuşulurken Batı’nın modernleşme ve kalkınma zihniyetine bağlı bir dil kullanılmaktadır. Bu dil bizi Batı hegemonyasına maruz kalmaktan kurtaramayacaktır.

Müslüman aydın ve siyasilerimizin modern dünyanın kalkınma anlayışı ile İslam’ı uyumlaştırma çabası çelişkiye düşmelerine neden olmaktadır. Gerçek bir medeniyet tasavvuru, küresel kapitalizmin bu topraklarda yayılmasını durdurmalıdır. Bugün medeniyet hakkında konuşulurken Batı’nın modernleşme ve kalkınma zihniyetine bağlı bir dil kullanılmaktadır. Bu dil bizi Batı hegemonyasına maruz kalmaktan kurtaramayacaktır. Bunu örneklerle anlatmaya çalışacağım.

Geçen haftaki yazımda Müslümanlığı kentleşme karşısında konumlamış ve kentleşme süreçlerinin İslam fıkhına zarar verdiğini, Müslüman toplumsallığın oluşmadığını belirtmiştim. Bu yazımdan sonra Mustafa Kutlu’nun Yeni Şafak gazetesinde “Yeni Türkiye Ama Nasıl” yazısı yayımlandı[1]. Kutlu’nun yazısındaki düşünceler modernlik ve İslam arasındaki kararsız düşünceler için iyi bir örnektir. Kutlu, Amerikan hayat tarzının hegemonyası altında olduğumuzu tespit ettikten sonra diyor ki “.. radikal atılımlar dışında bu hegemonyadan kurtulamayız. Meselâ tarıma dönmeliyiz. Bence sonunda tüm dünya tarıma dönecek ama inşallah o zaman iş işten geçmemiş olur.” Amerikan hayat tarzı hegemonyasından radikal bir atılımla tarıma dönülerek kurtulacağımızı ifade eden Kutlu hemen sonraki cümlede ilginç bir şekilde elektronikten bahseder: “.. bisküvi, battaniye vb. üretiminden daha ince işlere, elektroniğe falan yönelmeliyiz. Tabii bu işler benim gibilerin işi değil.” Tarım temelli bir yapılanmanın kurumsallığını ifade ederken dahi elektroniği bir yerlere sıkıştırmanın radikallikle çeliştiği ortadadır.

Bu yazıdan sonra ise Zaman Gazetesi yazarlarından Ali Bulaç’ın rezidans inşaatı sırasında işçileri taşıyan asansörün çakılması sonucu 10 işçinin ölümü ile ilgili şirketin yönetim kurulu başkanı Aziz Torun’a atfen yazdığı “Aziz Dostum!” başlıklı yazısı yayımlandı[2]. Aziz dostunun bilincinin açık olduğunu, İslamcı gelenekten geldiğini, kültürel ve entelektüel birikiminin yüksek olduğunu, insaf ve vicdan sahibi bir insan olduğunu belirten Bulaç, gökdelenleri yüce Allah’ın gök kubbesini delmeyi hedefleyen savaş füzeleri olarak gördüğünü yazıyor. Yazısının sonunda Aziz dostuna “uçuk kaçık bir önerisi” olduğu haberini verdikten sonra önerisini sıralıyor: “Önce 10 işçinin her birinin ailesine bir ev al, sosyal güvencelerini sağla. Sonra Mall of İstanbul’u ve Stadyum’daki inşaatı yık, ilk önce İnsan Yayınları oradan çıksın. Mecidiyeköy’ün ortasına yüzlerce ağaç dik, ailelerin gelip nefes alacağı çay bahçeleri yap. Sermayeni Anadolu’ya kaydır, şehirleri şenlendir; Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı modellerle orta sınıfı canlandır. Bütün gökdelen sahipleri de öyle yapsın, yoksa Ad ve Semud kavmini yerle bir eden İlahi azap gökdelenleri ve AVM’leri yerle bir edecek!” Şehirlerin “şenlenmesi” ni sermayeye bağlayan, sermayeye karşı net bir tavır koyamayan Bulaç’ın bu önerisinden nasıl bir orta sınıf çıkacağı merak konusu (veya çıkabilir mi?). Ortaya çıkan bu orta sınıfın sermayeye bağımlı ve dolayısıyla kapitalizmin bu topraklarda yayılmasına dolaylı olarak rıza üreten nitelikte olması muhtemeldir.

Şimdi de hükümet programında ifade edilen ve görüşlerimizin merak edildiği soruya dönelim. Aynı düşünsel çelişkiyi 62. Hükümet Programında da görmekteyiz. Programın “Yaşanabilir Mekânlar ve Çevre” başlığındaki yatay yapılaşma ile ilgili ifadeler şöyle:  “Önümüzdeki dönemde başta kadim şehirlerimiz olmak üzere tüm mekânlarımızda politikamız, dikey değil yatay bir yapılaşma olacaktır. Şehirlerimizi tabiat ve kültür ile iç içe yaşanacak ortamlar olarak korumak ve geliştirmek en önemli önceliklerimiz arasında yer alacaktır”[3]. Hemen bir sonraki sayfada ise zenginlik ve gelişmişlik göstergesi olarak şehirlerdeki artan nüfus oranı ile övünülmekte ve “marka” şehirlerden bahsedilmektedir: “Bugün yüksek standartlarda şehirleşme artık bir zenginlik ve gelişmişlik göstergesi haline gelmiştir. İktidarımız döneminde şehirlerde yaşayan nüfus oranı 9 puan artarak yüzde 73’e yükselmiştir. Uzun yıllardır göç, gecekondulaşma, çarpık yapılaşma, kaynak yetersizliği, hukuki sorunlar nedeniyle büyük sıkıntılar yaşayan kentlerimizi “yaşanabilir” ve “marka” şehirler haline getirmek en önemli önceliklerimizden biri olmaya devam edecektir.”[4]

Bir ticari kavram olarak marka, piyasa ekonomisinde rekabete konu olan malların pazar paylarını artırmaları ile bağlantılı olarak sahip oldukları özel anlam veya işarettir. Şehirler, ticari bir mal olarak küresel pazarlara sunulduğunda şehrin değerlerinin ne gibi kayıplara uğrayacağı belirsizdir. Şehirlerde ne gibi değişiklikler yapılarak pazara uygun duruma getirilecektir? Söz konusu değişiklikler İslam medeniyet tasavvurundaki şehir ve toplumun oluşmasına katkı sağlayabilecek midir? Eğer bir ülkenin şehirleri ile dünya pazarlarından pay kapma kaygısı varsa orada medeniyetin oluşmayacağı baştan söylenebilecektir. Çünkü medeniyet, cemaatik bir toplumun İslam fıkhına göre yaşaması ile ilgilidir. Medeniyet, İslam’ı yaşamak ile bağlantılıdır. Mekke döneminde tevhid ağırlıklı bir inanç temeli oluşturmaya çalışan Hz. Peygamber’in Yesrib’e hicret ettikten sonra ahkâmi yükümlülükler getirmesi ve Yesrib’in adını Medine olarak değiştirmesi bu düşüncemizi temellendirir.[5]

Şehirlerinizi “marka” ve rekabet içinde tanımladığınızda İslam geleneği ile çelişen noktalarda küresel rekabetin gerisinde kalacağınız açıktır. Bu durumda rekabetin sınırı nedir? Markalaşmanın sonu var mıdır? Müslümanların düşünsel çelişkileri İslam’ı yaşamak ile mevcut modernleşme ve kalkınma süreçlerine katılma konusundaki kararsızlıklarından kaynaklanmaktadır. Bunu bir imtihan olarak değerlendirmek de mümkündür. Marka şehir projeleri kapsamında söylenenlerin ne kadar İslami hassasiyetlere özen gösterdiği tartışmalıdır.* Üstelik devam eden “devasa” projeler, yatırımlar varken yatay mimari görüşünün ifade edilmesi nasıl açıklanacaktır? Köprü, havalimanı, metro, rezidans, gökdelen inşaatlarının devam ettiği bir kent nasıl şehir olacaktır?

Mevcut sürecin Müslüman toplumsallığa zarar verdiğini düşünüyorum. Müslümanlar “benzeşme, onlar gibi olma” heveslerine yenik düştüler. “Derken Karun tüm ihtişamı ile kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı, doğrusu o çok şanslı’ dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: ‘Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir” (Kasas Suresi, 79-80. Ayetler). Yaşadığımız sosyo-ekonomik problemlerin kaynağı budur. Zihinsel bir kaymadan söz ediyorum. Batı’nın maddi kültürü ile İslam’ın manevi atmosferinin uyuşmazlığını anlatıyorum. Nüfusun kentlerde yoğunlaşmasının bir zenginlik ve gelişmişlik göstergesi olarak algılanmasına itiraz ediyorum. Küresel kapitalizmin Batı dışı toplumlara hegemonik üstünlük kurduğu tekno-endüstriyel araçların Müslüman toplumlarca “devasa proje” ve “hizmet” gibi isimlerle adeta tekbirler eşliğinde açılışlarının gönüllü kulluk süreci olduğunu söylüyorum. Terakki düşüncesinin İslam fıkhını sakatladığını, Müslüman insanı köleleştirdiğini anlatmaya çalışıyorum. Dünya hayatının cezbedici maddi zenginliği ve küresel pazarlardan pay kapma telaşı, ahlaki yaşam ve ahiret düşüncesi ile helâl lokma kaygısı aşılayan manevi duyguyu önemsizleştirmektedir. Yukarıdaki ayette sabredenlerin müjdelenmesi zihinsel kaymanın düzelmesinin zor fakat imkansız olmadığını göstermektedir.

Kuşların ve diğer canlıların Müslümanların benimsedikleri teknoloji(!) nedeniyle ölmeleri, toprağın asfalt ile kaplanarak suyun toprağa karışmasının önlenmesi ve iklim dengesinin bozulması, gökdelen-rezidans ve diğer yüksek katlı binaların mahremiyeti bozarak ve sınıfsal ayrılıklara neden olacak şekilde inşa edilmeleri, ulaşımdan kaynaklanan insan ölümleri ve tüm bunları yapmak için harcanan paraların israf ile çelişik derecede yüksek olması Müslümanların içinden çıkamadıkları durumdur. Nüfusun kentlerde yoğunlaşmasının otomobil ve konut borçluluğu oluşturduğunu ve bunun da bankalara bağımlılık oluşturup kredi ve faiz olgusunu mecbur kıldığını düşünürsek bu sürecin ne kadar İslami hassasiyete sahip olmadığını anlamak kolaylaşır. İslam’ı moderniteye uyarlamak için fıkhı değiştirecek cesareti gösteren Müslümanların aynı cesareti, moderniteye, popüler olana karşı kendi medeniyetini yaşama konusunda gösterememeleri önemli bir zihinsel kayıp içinde olduklarını gösterir.

Hareket etmeyen birisi zincirlerinin farkında olamaz. İnsan kentte kuşatılmış durumdadır, zindandadır. Yeryüzünü bize mahpus eyleyen bu gidişata karşıyız. İnsan fıtratına aykırı bu süreci dayatan zihniyete ters düştüğümüz açıktır. Umudumuzu saklı tutmamız insan özündeki cevherin istenildiğinde ortaya çıkabilmesidir. Bu cevheri canlandırmaya çalışmalıyız. Bu cevher devasa büyüklükte camii inşa ederek, ülkenin her tarafını imam hatip liseleriyle donatarak ortaya çıkacak değildir. Az sayıda daha fazla ürün getiren, az zamanda çok yol gitmemizi sağlayan teknolojik gelişmelerin/araçların Müslümanların cemaatik-dayanışmacı ruhuna zarar verdiğini düşünüyorum. Bu nedenle çarpık zihinsel düşüncelerin düzeltilmesi gerekir. Muhtaç olduğumuz kudret özümüzde mevcuttur. Fıtrata dönüşü tavsiye ediyorum.

Bu vesileyle Fransız düşünür Etienne de La Boétie’nin toplumları ezen tiranlar için söylediği şu çarpıcı ifadeleri bugün insanı ezen kentleşme süreçleri bağlamında tekrar düşünmek gerektiğine inanıyorum. Şöyle demektedir La Boétie:

 “.. size böylesine hakim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip de değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizin değilse bunları nereden almıştır?”[6]

Kaan Yiğenoğlu – akilvefikir.org

—————————-

[1] Mustafa Kutlu, “Yeni Türkiye Ama Nasıl”, Yeni Şafak, 17 Eylül 2014.

[2] Ali Bulaç, “Aziz Dostum”, Zaman.

[3] Hükümet Programı, s. 83.

[4] Hükümet Programı, s. 84.

[5] Lütfi Bergen, “Medeniyet Meselesi Hakkında Bir Çerçeve” Mart 2014.

(*) Marka Şehir & Marka Ülke konusunda bkz.: Global Magic Brands

[6] Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Mehmet Ali Ağaoğulları (çev.), 3. Baskı, Ankara: İmge Yayınları, 2011, s. 25.

  
1477 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın