• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/tabusalcom?ref=hl
  • https://twitter.com/tabusal
İNSAN, İSLAM VE HALİFE: EGEMEN Mİ, GÖZETMEN Mİ?

“O’dur ki, O yüce Allah’tır ki bütün göklerde ve bütün arzlarda (hayat olan âlemlerde yarattığı) her şeyi katından sizlerin (insanların) emrine musahhar kıldı. Muhakkak ki bunda düşünen bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye, 45/13)

Manevi ekoloji batıda batı düşüncesinin Descartes ile başlayan mekanistik evren anlayışına tepki olarak doğdu. Bu yönüyle de derin ekoloji düşüncesi ile flört halindedir diyebiliriz. Manevi ekoloji yeryüzüne bir ilahi emanet olarak bakar. Dahası manevi ekoloji insanı bu dünyanın efendisi değil Allah’ın yarattığı yeryüzünün çobanı olarak tanımlar. Derin ekoloji gibi yeryüzündeki tüm canlıları birbirine bağlayan ağın ruh ile olan bağına vurgu yapar. Geçmişte sıkı bir Marksistken ekoloji düşüncesinde manevi olanı eksene alan bir ekolojist olan Alman Yeşiller Hareketi ile temas halinde olup sonradan bu hareketten uzaklaşan Rudolf Bahro bu bağa dikkate çeker:“Çevresel kriz fikri, insanın kendi iç dünyasının krizini ancak yansıtıyor. Alman filozof Martin Heidegger, evrenden yabancılaştığımızı çünkü ‘varoluşu unuttuğumuzu’ söylüyor. Faust’ta Goethe, ‘Eşit olduğun ruhu anlarsın,’ diye yazdı. Çağımızda, betonu anlıyoruz ama bir ormanın nasıl büyüdüğünü anlamıyoruz, yakımlı motoru biliyoruz ama bizi çuhaçiçeğine bağlayan seyirden bihaberiz. Kaçınılmaz olarak, sanayi kültürünün krizine ekolojik cevap, Batı’yı, ev ısısının 50 dereceyi geçemediği ve günde sadece iki saat elektrik kullanılabilen devasa bir Romanya’ya çevirmekle tehdit ediyor. Bu, tüm sanayi sistemi mantığını ortadan kaldıracak bir ‘kültürel devrim’ olmaksızın çevre bilinçlenmesinin bize vaat ettiği şey. Bunun da alternatifi ekoloji değil teolojidir.”

Bahro, insanların iç dünyasını çoraklaştıran, insanı evrenle birlikte atan bir nabız atışı olarak değil, bütünün bir parçası olarak değil, evrenin efendisi kılan maddeci araçsal akla karşı insanın kendi iç âlemini keşfe çıkarır. Bir anlamda kendi içinde uyumu, ahengi yakalayamayan insan dış dünyada da huzuru, ahengi dinginliği yaratamaz. İnsanın kendi iç ruh âlemini keşfederek onunla uyumlu olması insanın dış dünyayla da uyumlu olmasını sağlar. Bu anlamda manevi ekoloji, insanın kendi ruh dünyasına yabancılaştıran maddeci kültüre karşı manevi olanı, ruh aleminin rehberleri olan dinleri yeniden bu gözle okumaya davet eder.

İslam da bu kapsamda ancak Batı’da derin ekolojiyle doğu dinlerinin daha kozmolojik bir yapı oluşturması, buna mukabil tek tanrılı dinlerin ise insan merkezci olduğu düşüncesiyle İbrahimî dinlerin gözden düştüğü bir zamanda, özellikle Amerika’da yaşayan İranlı düşünür Seyyid Hüseyin Nasr sayesinde manevi ekolojiler arasında yerini almış bir halde.

Bu nedenle İslam’ın bakış açısıyla tabiat ile insan arasında nasıl bir ahenk tesis edilebilirlik sorusuna cevap ararken öncelikle, “İslam insan merkezci mi, değil mi?” sorusuyla başlayacağım. Çünkü özellikle derin ekoloji sonrası doğu dinleri ve pagan inançlar dışındaki büyük dinlerin tam da bu nedenle ekolojik sorunların kaynağında yatan neden olduğu kanısı, tek tanrılı dinlerin ekoloji bakımından sorunlu olduğu düşüncesine neden oldu. Ancak İslam ile Eski ve Yeni Ahit arasında önemli bir fark vardır. Eski Ahit’te Tanrı, “İnsana egemen olun,” der.

İslam da insan-tabiat ilişkisi

“Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.” (Eski Ahit/Tevrat, Yaradılış Kitabı, Ayet:28)

Bu ayette açıkça ifade edildiği gibi tüm canlılar insanın denetimindedir ve insan da yeryüzünün egemenidir. Egemen olarak egemenliği altındakilere, bir efendi olarak dilediği gibi davranabilir. Yani insan ile diğerleri arasındaki ilişki bir efendi-köle ilişkisidir. İnsan dünyadaki tüm canlı varlıklara boyun eğdirmiştir, dünya onun bu anlamda mülküdür ve o, mülkünün sahibi olarak yeryüzündeki tüm canlılardan faydalanabilir. Ancak Kuran’da böyle bir egemenlik ilişkisi yoktur. Daha çok “yararlanma hakkı” diyeceğimiz bir haktan söz edebiliriz.

“O (Allah) ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı, sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. O, (her şeyi bilen) Âlim’dir.” (Bakara, 2/29)

Bu ayette yeryüzünün içindekilerle birlikte insan için yaratıldığı söylenmekte. Bu ayet daha çok insanın yaradılışı ve bu yaradılışa mekân olma durumunu anlatmakta. Yani dünya, insan orada yaşayacak biçimde yaratılmış ve her şey de bu yaşama uygun hale sokulmuş, bunun sonucu olarak Allah’ın yeryüzünde var ettiği diğer canlılardan bir bölümü de insanın faydalanmasına uygundur. Bir anlamda, bir efendinin bahçesinde insanın kullanımına uygun varlıklar söz konusudur ve onlardan faydalanmakta insana izin verilmiştir. Nitekim buna uygun olarak dünyadaki canlılar insana hizmet edeceklerdir. “O’dur ki, O yüce Allah’tır ki bütün göklerde ve bütün arzlarda (hayat olan âlemlerde yarattığı) her şeyi katından sizlerin (insanların) emrine musahhar kıldı. Muhakkak ki bunda düşünen bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye, 45/13) Burada ki “musahhar” kelimesi emri altına alınmış, fethedilmiş gibi anlamlar yanında birine bağlanmak, ona uygun hale getirilmek gibi anlamlar içerir.

Bu cümlelerden canlı âleminin insanın fethi için elverişli olduğu anlamını da çıkarabiliriz yani insan yeryüzünün efendisi olarak görülebilir de, insan yeryüzünün çobanı, vekilharcı olarak da görülebilir. Emir ya da boyun eğdirmenin aslında uygun hale sokmak ifadesiyle daha uyumlu olduğunu aynı suredeki, “O Allah ki, içinde gemileri O’nun emriyle yüzdürmeniz için denizi size musahhar (emre amade) kıldı. Ve O’nun fazlından istemeniz için. Umulur ki, böylece siz şükredersiniz.” (Casiye 12) Burada “musahhar kılmak” ifadesindeki hikmet daha iyi anlaşılmakta. Deniz Allah’ın ona verdiği emir gereği içinde gemilerin yüzmesine uygun hale gelmiş ve dahası Allah’ın insanlara rızk olarak vermesine uygun hale gelmiş deniz canlılarını da armağan etmiştir.

Böylece yeryüzü, insanın geçici bir süre ikametgâhı, oradaki canlıların bir kısmı da onun ihtiyaçlarını karşılamaya uygun olarak onun için yani tam ona uygun olarak yaratılmıştır. Buradaki ifadelerden net olarak insanın yeryüzünde egemenlik tesis etmesi değil insanın yeryüzünden faydalanabilmesi hakkından söz edilmektedir.  Mesela, “Allah yeryüzünü döşek yaptı,” (Zariyat 48)  derken de ardından, “O ne güzel düzenleyici,” diyerek yeryüzünün insanın istirahatine uygun olmasının ardındaki hikmeti anlatır. Kısacası musahhar kılınan ve insan için yaratılan ifadeleri egemenlik değil, insanın ihtiyaçlarına uygun olmak ifadesini içerir. Buradan yola çıkarak da insan için uygun görülen “halife” sıfatının neyi amaçladığını ortaya koyar. Malum halife, haleften gelir ki bir sonralık içerir. Yani insan, Allah tarafından yeryüzünde kendisinden sonra gelen ikinci kişi, onun adına davranabilme yetkisi verilmiş kişi olmaktadır. Bu anlamda musahhar ifadesindeki sorumluluğuna verilmiş kavramıyla birlikte düşünüldüğünde Allah, yeryüzünün sorumluluğunu insana vererek bir anlamda insana, yeryüzüne yeryüzünün sahibi olan Allah için göz kulak olmasını, bunun karşılığında da ondan kendi ihtiyaçlarına uygun olandan fayda sağlamasını istemektedir.

Bütün bu kavramlardan da anlaşılacağı gibi İslam, ekolojik bakımından, ne bugünkü endüstriyel uygarlığın kapitalist aç gözlülüğünü ne de derin ekolojinin yeryüzünü adeta dokunulmaz kılan gerçekten uzak doğalcı romantizmi arasında ara bir tavrı ortaya koymaktadır. İnsanlar “Hudûdullah”a (Allah’ın koyduğu sınırlar) uygun olmak kaydıyla yeryüzünden faydalanabilirler. Bu meşrudur, bu, insanın yeryüzünde yaşayabilmesine, dahası onun fıtratına da uygundur. Çünkü insan bir aslan ya da geyik değildir, insan sahip olduğu karmaşık zekâ gereği yeryüzünde Allah’ın koyduğu sınırlara riayet etmek kaydıyla faaliyette bulunma yetisine ve gücüne sahip bir varlıktır. Bu anlamda İslam için yeryüzü derin ekolojide olduğu gibi kendinden bir değer içermez, değeri Allah tarafından ona verilmiş olandır. Bu değer kapsamında da insan yeryüzünden fayda elde eder. Peki, bunun ölçüsü nedir? Bunun ölçüsü ihtiyaçtır, yani rızık. Bundan sonraki yazımızda da bu konuyu ele alacağız.

Dilaver Demirağ | itaatsiz.org

  
1519 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın