• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/tabusalcom?ref=hl
  • https://twitter.com/tabusal
Evreni Anlama ve Algı Perdesi
ALGI PERDESİNİN EVRENİ ANLAMADAKİ YERİ ÜZERİNE
Septisizm, İdealizm gibi Epistemik Ekoller Arasında Felsefi İnceleme ve "Kendinde Şey"i Bilmede Algının Rolü Üzerine
 
Dünya'nın algılanış şekillerinden hangisinin geçerli olduğu, bilgi yöntemlerinden sezginin mi aklın mı deneyin mi yoksa farklı bir algılayış biçiminin mi insanları doğruya ulaştıracağı sorunsalı, bilgiye ulaşmanın mümkün olup olmadığı yüzyıllardır bilgi felsefesi olan epistemoloji ile varlık felsefesi olan ontolojinin temel uğraşlarını oluşturur. 18. yüzyılın aydınlanma hareketi ile beraber Hegel, Descartes gibi düşünürler rasyonalizmin öncülüğünü yaparken Locke gibi filozofların deneyciliği savunduğunu; Marx'ın, evreni diyalektik materyalizmle temellendirirken Berkeley'in garip bir idealizm görüşünü savunduğunu az çok her felsefe okuru biliyordur. Bu yazının temel amacı da epistemolojik ve ontolojik olarak mantıklı bir yaklaşımın nasıl olabileceğini göstermek olacaktır. Aslında kişisel evren düşüncelerimi açıklayacağımı da söyleyebiliriz. Bu sebeple varlığın bilgisine ulaşmak amacıyla sorulabilecek en temel soruları sorabilirim:
 
1- Evrenin mutlak bilgisini ve "kendinde doğa"yı bilebilir miyiz? Kant'ın "kendinde şey" olarak betimlediği bilgiye ulaşmak mümkün müdür? Yoksa algılarımız, bilgilerimizin evrenselliğini sınırlamakta mıdır? Akıl ve duyular her zaman evreni iki boyutlu mu görür?
 
2- Evreni anlamamızın önünde bir tür algı perdesinin olması Berkeley idealizmini gerekli kılmakta mıdır? Duyularımıza ve aklımıza dair septik bir tavır takınmak varlığın algılamadan ibaret olduğunu mu gösterir?
 
3- Günümüzün bilimsel verileri ışığında evrenin bilgisine ulaşmaya dair sınırlılığımız anlaşılabilir mi?
 
İlk sorudan başlayacak olursak öncelikle "kendinde şey" olarak bilinen "numen" kavramına bakmalıyız(1). Kendinde şey kavramı bir nesnenin kendisine has olan özelliklerini belirtir. Fakat insanlar, algı perdeleri yüzünden "kendinde şey"i bilemeyeceklerdir. Ancak nesnelerin özelliklerinin algılanış şekli özneler tarafından bilinebilir. Örneğin bir kutunun şeklini bilebilmeniz için onu algılamanız gerekir. Fakat algılamak ister istemez bazı bilgilerin silinmesine, değişmesine yol açabilir. Evren insanların "sezgi", "akıl", "duyu" gibi algılarıyla anlaşılır ve bu da nesnelerin gerçek özelliklerinin algılayan tarafından yanlış anlaşılabilme sorununa yol açar. "Tek başına akıl, dünyayı her zaman iki boyutlu görür." diyen Hermann Hesse'nin de muhtemelen bu algı perdesinden bahsettiği düşünülebilir. Pekala bir algılama yetisi olmadan evrendeki şeyler algılanamaz. Peki bu durumun felsefi sonuçları ne olacaktır? 
 
Öncelikle algılama olmadan evren anlaşılamıyorsa ve algılarımız bizi mutlak bilgiye ulaştırırken yanılgıya düşebiliyorsa bunun sonunda şüpheci bir tavır takınmak zorunlu olacaktır. Zira bilgilerimiz algılarımızdan kaynaklanır ve bizzat bilginin elde edilme yolu şüphelidir. O halde "Her şeyden şüphe edilmelidir" görüşü savunulabilir durmaktadır. Buna dair sunulabilecek argüman ise şu şekilde olabilir: 
 
1- Yanıldığımızın ortaya çıktığı zamana kadar, doğru bildiğimiz şeylerden mutlak bir doğrulukla bahsederiz.
2- Yanıldığımız ortaya çıktığında doğru bildiğimiz şeylerin yanlışlığını görmüş oluruz.
3- Yanıldığımız ortaya çıkmasaydı yanlış şeyleri doğru olarak biliyor olacaktık, yanlışlığını göremeyecektik.
4- Şu an bazı şeyleri doğru kabul ediyoruz (doğru bilgiye ulaştığımızı varsayıyoruz.)
5- Çoğu zaman yanıldığımız ortaya koyulabiliyorsa doğru bildiklerimiz üzerinde de yanlışlığımız ortaya koyulabilir.
6- Dolayısıyla mutlak bir doğru varsa bile bu doğruya ulaştığımızı bilemeyiz.
 
Bu argüman doğrultusunda diyebiliriz ki algı perdelerimiz bizi yanlışa sürükleyebilir ve bu sürükleme septisizmi doğuracaktır. Peki septisizm tutarlı bir görüş müdür? Kimi felsefeciler bunu kabul etmez. Örneğin Chris Horner ve Emrys Westacott septik görüş hakkında şunu demektedir: 
 
"Bilginin imkansız olduğunu söylediğim zaman bu iddiamın kendisi ya bir bilgidir ya da değildir. Eğer o bir bilgiyse neticede bir bilginin doğru olması gerekir. Bu ise baştaki iddiamın (her şeyin şüpheli olduğu iddiasının) yanlış olduğunu gösterecektir. Eğer bu bir bilgi değilse onu o zaman da bu iddiayı ileri sürme hakkım yoktur.(2)"
 
Bu görüş septisizme getirilen en ağır eleştiridir. Peki ya bi geçerliliği var mıdır? İlk başta 'koyu septisizmin hatası'nı göstermekte başarılı bir argüman gibi dursa da ben bunun kelime oyunundan ileri gitmediğini düşünüyorum. Bir septik, çoğu zaman "doğru bilgi yoktur" tezinin doğruluğundan bahsetmez, 'doğru bilgi vardır' tezinin yanlışlığından söz eder. Eğer bu durumda 'doğru bilgi yoktur tezinin yanlışlığının doğruluğunu savunuyorsun' gibi bir argüman ortaya atılırsa da iş çığrından çıkacaktır. Nitekim bilginin yokluğunun bilgi olmadığı savunulabilir. Hobinin yokluğu hobi olarak nitelendirilebilir mi? Alışkanlığın yokluğu alışkanlık mıdır? Varlığın yokluğu varlık mıdır? İnancın yokluğu inanç mıdır? Örgü örmek hobiyken örgü örmemek gibi bir hobiden bahsedilemez. Uyuşturucu kullanmak alışkanlıktır ama uyuşturucu kullanmamak gibi bir alışkanlık yoktur. Örnekler çoğaltılabilir. Aynı şekilde septik de bilginin olmaması durumuna da bilgi diyemeyeceğimiz konusunda ısrarlı davranacaktır.
 
Ayrıca bir bilginin doğru olduğunu söylemek için, iddia öne sürüldükten sonra doğrulama yapmak gerekir. Septisizm ise bu doğrulamanın mümkün olamayacağını savunur. Yani septisizm 'doğru iddia edilenin doğruluğunu çürütme' olduğundan yanlışlama üzerine kuruludur. Yanlışlama bizi doğru bilgiye götürmez, doğru bilginin yanlışlığına götürür. Tıpkı yokluğun varlığının, varlık olamayacağı ve varlık tezinin yanlışlanmasının yokluğu varlık yapamayacağı gibi... 
 
Bununla beraber benim bakış açımda bir septik “Doğru bilgi yoktur.” ifadesini kabul eden biri değil, felsefe söz konusu olduğunda “sürekli soru sorma sanatı”nı anlayan kişidir. Bir ifadeye “önerme” derken o ifadenin bir tür doğruluk değerinin olduğundan bahsederiz. “Doğru bilgi yoktur” ifadesi de aynı şekilde önermedir ve bir doğruluk değerine tabii tutulacaktır. Bu durumda septisizmin yapacağı “bilginin yokluğu bilgi değildir” eleştirisi de çöpe atılmalıdır çünkü bilginin yokluğu da bir önerme türüdür ve doğruluk değerine tabiidir. Fakat soru ve emir cümleleri önerme değildir. Bunların birer doğruluk değeri yoktur. “Kitap oku!” ya da “Kitap okuyacak mısın?” cümleleri birer önerme değilken “Kitap okuyorum” cümlesi bir önermedir. Septisizm de doğru bir önermenin olmadığını iddia ettiğinden dolayı soru ve emir cümleleri ile temellendirilebilir. O halde bir septik “Doğru bilgi yoktur” ifadesini de kabul etmez; septik kişi bu ifadenin bile sorgulanması gerektiğini savunur. Septik, sürekli “Neden?” sorusunu soran kişidir. Eğer septisizmi bu şekilde anlarsak septisizmin mümkün bir epistemik tavır olduğu görülebilir. Yani septisizmin tavrı "Doğruluk değeri 1 veya 0 olan herhangi bir önermenin doğruluk değerinin 1 veya 0 olduğunu iddia etmemeliyiz." şeklinde anlaşılırsa ortada bir problem kalmayacaktır. 
 
Sonuç olarak birinci sorunun cevabı, akıl, duyu, sezgi gibi algı perdelerinin insan bilgisini sınırladığı ve bu sınırın septisizmi doğal olarak ortaya çıkaracağı şeklinde olmalıdır. Kısaca doğanın kendine has özelliklerini bir kenara bırakırsak (buna üçüncü soruda değineceğim), nesnelerin özellikleri ancak algıların sınırlamasıyla bilinecektir. Yani sadece akıl değil, evrene hangi gözle bakarsak bakalım baktığımız bir göz olduğu sürece olayları iki boyutlu görürüz. Bu durumda ikinci soruya geçebiliriz.
 
İkinci sorunun cevabını bulmak için öncelikle Berkeley idealizmini anlamalıyız. 18. yüzyıl filozoflarından George Berkeley, duyumlarımızın sebebinin uzayda bizden bağımsız olarak var olan maddi tözün olduğu öğretisine şiddetle saldırır. Buna karşın maddi tözün sebebinin duyumlarımız olduğunu, dış dünyanın algılanmaksızın var olamayacağını savunur(3). Çok klasik bir örnek verecek olursak "Bir ormanda ağaç düşse fakat ağacın çıkaracağı sesi kimse duymasa orada ses çıkar mı?" sorusuna Berkeley'in cevabı oldukça gariptir. Berkeley idealizminde bu soruya "Bir ormanda ağaç düşse ve ağacın düştüğünü algılayacak kimse olmasa ses dalgası olmaz, hatta ağaç da olmaz. Ağacın ve ses dalgasının olması için bile algılayış gereklidir. Varlık Algılamaktır." cevabını verir. Zira Berkeley'in görüşüne göre varlığı varlık yapan bir zihin tarafından algılanmasıdır. 
 
Septisizmin dayandığı algı perdesinin dünyayı şekillendirdiği görüşü Berkeley idealizmine mi yol açmaktadır? Kesinlikle septisizm bunu gerektirmez. Septisizm varlığa dair bir bilinmezliği değil varlığın algılanış yöntemlerine dair bilgisizliği ifade eder. Varlık zihinlerden bağımsız olarak vardır fakat varlığın niteliklerini anlamaya dair yöntemler zihinlere bağlıdır. Elmayı oluşturan atomlar gerçektir; zihne, bilince, bir bedenin algılayışına bağlı olmadan vardırlar. Fakat tat, renk, yumuşaklık gibi kavramlar gerçek değildir, doğrudur. Bunların var olması için bir zihne, bedene, algılanmaya ihtiyaçları vardır. Algılanmadıkları sürece yokturlar. Bu ikisi arasındaki ayrım iyi yapılmalıdır. Kısaca septisizm ile idealizmin Berkeleyci görüşü "gerçeklik" ve "doğruluk" arasındaki farktan kaynaklanır. Hemen açıklayayım...
 
Gerçek; olan şeyler, dış dünyada var olan somut şeylerdir. Örneğin yolda giderken ayağınızın bir taşa takıldığını, taşın sert olduğunu hissettiğinizi varsayalım. Taş gerçektir. Taş, atomlar bütünüdür ve dış dünyada bir bilincin algılamasına ihtiyaç duymadan vardır. Fakat bu taşa yüklediğimiz özellikler ‘gerçek’ kategorisine girmezler. Mesela bu taşın sert olduğunu hissettiğimizde, sertlik aslında var değildir. Sertlik kavramı, sizin zihninizin dolayısıyla bedeninizin oluşturduğu bir üründür. Sertlik, sizin deneyiminize bağlı olarak doğrudur, ama gerçek değildir. Taşın rengi size göre grimsi olabilir ama bu renk sadece siz öyle algılıyorsunuz diye bu şekildedir. Örneğin sizin grimsi olarak algıladığınız rengi ben, sizin kategorinizdeki sarı olarak algılıyor olabilirim. Yani sizin kategorinizdeki sarı benim kategorimdeki griye eşdeğer olabilir. Bu rengin ne olduğu göreceli bir kavramdır ve herkes için bir değildir. Eğer renkleri algılayan bir vücuda sahip olmasaydınız, taşın rengi olmayacaktı. Doğrular, kişilerin algılayışına göre değişecektir.
 
Bir ormanda ağacın devrilmesi durumunda ormanda sesin çıkıp çıkmayacağına dair sorunun da septik bakış açısıyla cevabı açık bir şekilde "Hayır, ses çıkmaz!" olacaktır. Fakat bu durum, gerçeklik ile doğruluğun birbirinden farklı olması sebebiyle, ağacın var olmamasını gerektirmez. Ses, canlıların işitme aygıtları tarafından algılanabilen basınç değişimidir. Eğer ortamda sesi algılayacak kimse yoksa ses de olmaz. Ses ancak onu algılayabilen bir şey varsa var olabilir. Ağaç devrildiği zaman ses çıkmaz, sadece uzay-zamanda gezinen dalgalar açığa çıkar. Bu açıklamayı dikkate alırsak ‘Dalgalar gerçektir. Uzay ve zamanda, nesnelerden bağımsız olarak vardır. Fakat ses canlıların algıladığı özel bir durumdur. Ses gerçek değil doğru kabul edilir.’ açıklamasını çıkarabiliriz.
 
Mesela biz insanlar, bahsettiğim bu ses dalgalarını "duyma" olarak algılıyoruz. Işık dalgalarını ise "görme" olarak algılamaktayız, çünkü bu şekilde evrim geçirdik. Algılarımız; evrim sürecimizin ürünleri olarak oluştular. Peki ya tüm canlılar bu şekilde oluşmak zorunda mıdır? Elbette hayır. Evrenin ücra köşesindeki unutulmuş bir gezegende bizim ses dalgası dediğimiz dalgaları görmek için kullanan, bizim ışık dalgaları dediğimiz dalgaları işitmek için kullanan canlılar elbette olabilir. Tabi onların algılarına göre isimleri de değiştirmek gerekecektir. İsmi her ne olursa olsun, bu durumda bizim ses olarak işittiğimiz şeyleri onlar görüntü olarak algılayabilirler. Bu durumu dikkate alırsak bizim nesnelere yüklediğimiz anlamlar sadece maddesel olan bedenin deneyiminde var olurlar ve bir gerçeklikleri yoktur. Ses dalgaları "duyulabilme" yeteneğine sahip değildir, ‘duyma yeteneğine’ sahip olan bedenimizdir.
 
Aynı şekilde elmanın tadı, kokusu, rengi gerçek değildir. Ancak doğru kategorisine girebilirler. Bizim bedenimiz, elmayı ekşi veya tatlı olarak algılayacak şekilde evrimleşmiştir. Bizim algılarımız ise yalnızca bizim doğrularımızdır. Oysa atomlar bütünü olan elmanın, ne tadı vardır, ne kokusu... Elma gerçektir, gerçekliktir; elmaya yüklediğimiz nitelikler ise doğrulardır. Bu tür özellikler ancak ve ancak bir algılayan olduğu zaman var olabilen, zihne bağlı, bilinç dışında var olmayan kavramlardır. Fakat septisizmin bu görüşü varlığın kendisini zihne bağımlı yapmaz. Bu yüzdendir ki doğrular algı perdesine bağlıdır fakat gerçekler bundan muaftır. O halde ikinci sorunun da cevabına ulaşmış oluruz: Algı perdesinin varlığı, varlığın algılayana bağlı olarak var olduğunu söyleyen Berkeley idealizmini gerektirmeyecektir. 
 
Son olarak bilimin verilerinin algı perdesini destekleyip desteklemediğine bakabiliriz. Zira çok sayıda kişi algı perdemizi bilimden ayırır ve bilimin diğer algı yetilerinden farklı olarak gerçekliğe mutlak olarak ulaşabileceğini savunur. Bu kişilerin iddiasına göre "F= m.a" formülü(Uygulanan net kuvvet cismin kütlesi ile ivmesinin çarpımına eşittir) algılarımızdan bağımsız olarak doğrudur ve bu tür bilimsel formüller algı perdemizden sıyrılmayı başarır. Peki bilimsel veriler bu konu hakkında ne demektedir?
 
20. yüzyılın başlarıyla ortaya atılan kuantum teorisi, evren hakkındaki görüşlerimizi oluştururken tıpkı Einstein'ın izafiyet teorisi gibi müthiş değişimler yarattır. Hatta kuantum teorisi o kadar büyük değişimler oluşturmuştur ki Niels Bohr "Kuantum teorisi ile şok olmayan birisi bu teoriyi anlamamıştır" ifadesini kullanmıştır(4). Bununla beraber kuantum fiziği, bilimin verilerinde gözlemcinin etkisini çok iyi şekilde göstermiştir. Zira bilgi edinme yollarından biri olan deneyde, varlığın yapıtaşlarını gözlemlemek, onların bilgisine dair değişiklik oluşturmak demektir. Misal bir elektronu gözlemlemek için ona foton yollanmalı ve bu fotonun düzeneğe geri gelmesi beklenmelidir. Fakat fotonun elektron üzerinde yaratacağı etki elektronun özelliklerinde değişiklik yaratacaktır. Bu da elektronun özelliklerinin tam anlamıyla bilinmesini engeller. Yani bilimin temelindeki temel faktör olan araçlar ve gözlemler bizzat deneyi etkilemektedir. Bu da algı perdesinin bir diğer ismi olacaktır. Bilgiyi elde etme yöntemi bilim de olsa akıl da olsa duyular da olsa algılanan ile algılanan arasında keskin bir çizgi çizmek mümkün gözükmemektedir. Buradan bilime karşı çıktığım anlaşılmasın. Elbette bilimsel veriler güvenilir sonuçlar üretir ve işe yarardırlar. Fakat buna rağmen algılayanla algılanan arasındaki algı perdesi ortadan kalkmaz. Septisizme hala derin bir yer bulunmaktadır.
 
Sonuç olarak akılla beraber bilgi edinme yollarının tamamı dünyayı iki boyutlu gösterir. Zira bu bilgi edinme yollarının tamamı bir algı perdesini varsayar. Bu da "kendinde doğa"nın veya "kendinde şey"in bilinme imkanını şüpheli kıldığından septisizme açık bir kapı bırakır. Bununla beraber Niels Bohr'un tamamlayıcılık ilkesi ve kuantum fiziğinde deney yapma metodu bize bilimin de bu algı perdesini yıkamayacağını göstermiştir(5). Ayrıca "doğruluk algılamaktır" tezinden yola çıkarak temellendirilebilen septisizm, "varlık algılamaktır" tezini iddia eden "Berkeley idealizmi"ni gerektirmemektedir. Kısaca yazının ana fikri olarak diyebiliriz ki algı perdesi dünyayı olduğu gibi değil algıladığımız gibi anlamamıza yol açar ve bu da dünyayı iki boyutlu görmemize sebep olur. Algılar yanılabilir.
 
NOTLAR:
 
1- "Ding an sich" olarak bilinen bu kavramın babası Kant'tır. Kavram hakkında geniş bilgi için bkz. Immanuel Kant, Kritik der Reinen Vernunft, 1781 
 
2- Chris Horner & Emrys Westacott, Felsefe Aracılığıyla Düşünme, Phoenix Yay., Ankara, 2001, s. 34
 
3- George Berkeley, Three Dialogues between Hylas and Philonous, 1713
 
4- Paul Davies, God and the New Physics, Simon and Schuster, New York, 1984, s. 100.
 
5- Tamamlayıcılık ilkesi hakkında geniş bilgi almak için bkz. lan Barbour, Issues in Science and Religion,s. 282-283
  
1777 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın