• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/tabusalcom?ref=hl
  • https://twitter.com/tabusal
Hikmet Arayışı ve İnsanlık Mücadelesi

İnsanî değerlerin yitirildiği bir ülkede, insanın insan olmaktan çıktığı bir dünyada hangi siyaseti, hangi iktisadı, hangi ideolojiyi konuşalım?

Atilla Fikri Ergun

İnsanın insandan başka her şey olduğu bir dünyada mevcut sorunların insanî çerçevede çözümü için dil döktük bir dönem, üstesinden gelebiliriz diye düşündük; ancak ne yazık ki, siyasî-ideolojik ve ekonomi-politik yaklaşım(lar)ın ağır bastığı, bir başka ifadeyle Din’in siyasete, ideolojiye ve ekonomi-politiğe indirgendiği bir ortamda söylediklerimiz “hoş bir sada” olmaktan öteye geçmedi. Salt siyasî-ideolojik bakış açısı ve ekonomi-politik yaklaşım hem düşünceyi öldürdü hem de bizi bir yönüyle hayattan kopardı.

Buna karşın manevî-ahlakî ve felsefî temelden yoksun söz konusu yaklaşımın mevcut sorunlara ilişkin çözüm üretebildiğine şahit olamadık. İktidarın “ganimet” kapısı olduğu kadar, muhalif olmanın da şan-şöhret kapısına dönüştüğü bir ülkede yaşıyoruz. Ne çare ki, muhalefetin düzeyi “Şöyle yaptılar, böyle ettiler, şunlar oluyor, bunlar bitiyor, şuna karşıyım, bunun yanındayım” demekten öteye geçmiyor, araya bir-iki de argo kelime serpiştirdiniz mi “muhalif entelektüel” oluyorsunuz; başarılı olma ihtimali yüzde sıfır. “Muhalif entelektüeller” bağırır çağırırsak, söver sayarsak, en sert söylemleri dile getirirsek dikkat çekeriz, başarılı oluruz sanıyorlar; evet, böyle düşünüyorlar, lakin düşüncesi sığ, anlayışı kıt, vicdanı kara, umursamaz, vurdumduymaz, ehl-i koltuk muhataplarının nazarında söylediklerinin iki paralık değerinin olmadığı da ortadadır. Sese kulak verecek insan lazım, düşünen, akıl-vicdan sahibi insan; saf insanın zuhuru gerçekleşmeden sorunların üstesinden gelmek mümkün olmayacak. Kısacası cehaletin modası geçmez, lakin istikbali de yoktur!

Hâlbuki Hz. Peygamber bize öncelikle nasıl insan olunacağını öğretmişti; ancak onun ilk kurban edilen öğretisi de bu oldu. İnsansız siyasetin, insansız iktisadın, insansız ideolojinin varlığı bu yüzden. Bizde işler tersinden yürür; acı ama gerçek! İnsanî değerlerin yitirildiği bir ülkede, insanın insan olmaktan çıktığı bir dünyada hangi siyaseti, hangi iktisadı, hangi ideolojiyi konuşalım? Dolayısıyla meselenin temelde insanlıkla ilgili olduğunu anlayabilir, öncelikle kendimizde sorun olduğunu idrak edebilirsek, çözüm konusunda da başarılı olacağız. Kendimizle yüzleşmek zorundayız, “Elimizden gelen buydu, çapımız bu kadardı, bilgimiz, görgümüz bu kadarına yetti” demek yerine kendimizi olduğundan farklı göstermek, sonuçlar ortadayken yüksekten atmak, devrim yapmış edasıyla ortalarda gezinmek sorunu çözmez, derinleştirir. İnsan olmayı öğrenmedikçe adına “direniş, devrim” vs. denilen şeyler ahlaksızlıktan öte hiçbir anlam ifade etmeyecek; insan olmayı öğrenemeyenlerin ihtirasları vardır çünkü. Ne demiştik, itiraflar iftiralardan hayırlıdır! Her birimiz kendi hikâyemizle yüzleşebilecek kadar erdemli olsaydık, herkes kendi kapısının önünü süpürür, hiç kimse bir diğerine nizam vermeye kalkışmaz, dahası buna gerek de olmazdı.

Bu noktada sistem eleştirisi yapmanın tek başına sorunu çözmeyeceğini belirtmekte yarar var.  Eleştiri yapmak zor değil, örneğin “Kapitalizm bir sömürü düzenidir, tüm insanî değerleri paçavraya çevirmiş, yaratılışın anlam ve amacını ayaklar altına almıştır” vs. diyebiliriz; iyi de bu kapitalizm denen şey sihirli kutudan çıkmadı ki, insanlığını yitiren, kendini bilmeyen “insan” icat etti onu. Aynı şekilde tüketim kültüründen önce insanın tükenişini konuşmak gerek; kendini tüketen insan niçin açgözlülük edip ihtiyacından fazlasını tüketmesin ki? İnsanlık tükendi, olan biten bu! Bunu güncel bir örnekle izah etmek mümkün: Son beş yılda 206 bin boşanma vakası var, bunun 106 bini son yıl içinde gerçekleşmiş, bir başka ifadeyle yarım milyona yakın insan yollarını ayırmış, 206 bin yuva dağılmış.* Siyasî-ideolojik, ekonomi-politik yaklaşım(lar)ın tavan yaptığı, insanlık ve hayat üzerine kafa yormanın boşa kürek çekmek olarak görüldüğü, manevî-ahlakî değerlerin iki paralık olduğu bir ülkede ne aile kalır ne de sosyal bağ, devlet televizyonunun vaziyeti kurtarmak için çektiği diziler değil evlilikleri günü bile kurtarmaz. İlaveten şunu da söylemek gerekir ki, insanî değerlerin hayatın dışına itildiği bir ülkede sosyal yaşam “polisiye dizi”ye dönüşür, ardı arkası kesilmez “önlemler”in; ancak ne var ki, bugüne kadar söz konusu “önlemler”in işe yaradığını ne gören olmuştur ne de duyan. Peki, şimdi biz ne tür bir siyasî çözümden bahsedeceğiz?

Buna karşın bilmek ve anlam arayışı içerisinde olmak, yaratılışımızın ahlakî amacını kavramımızı sağlar ve bizi kâmil insan haline getirir. İnsan, anlam arayışı nispetinde, yaşadığı kadar insandır. Bazı kimseler vardır ki, her türlü imkâna sahiptirler ama anlam ve amaçtan yoksundurlar, bazı kimseler de vardır ki, her türlü imkândan yoksundurlar ama hayatları belli bir anlam ve amaç çerçevesinde şekillenmiştir; işte imtihan denen şey böyle bir şeydir. Eğer insanlık bu bilince sahip olabilseydi, bugün kapitalizm dediğimiz şey olmayacaktı; dolayısıyla mesele gerçek anlamda insan olmakla ilgilidir.

Hal böyle iken “Günümüz Müslümanı” -cılık’lar üzerine kafa yorduğu kadar insan-lık üzerine kafa yormadı. Şu kadar tartışmayı “insan olmak” üzerine yapsaydık en azından bir arpa boyu yol giderdik. İnsanlık dışında her şeye kafa yormak ve insanlık dışında her konuda ilerleme kaydetmek; bundan âlâ “insanî çelişki” mi olur? İşte bu çelişki “Günümüz Müslümanı”nı sonunda para düşkünü, marka-perest, tek taş pırlanta-sever, AVM cemaati haline getirdi. Malum, bir zamanlar sosyal hayatın merkezinde camiler vardı, “Günümüz Müslümanı” fırsatını bulsa AVM’lerde yatıp kalkacak; “dünyasını şaşırmak” böyle bir şey! Çok değil, bundan 25-30 sene önce mahallede birinin ayakkabısı yırtık ise diğerleri yeni ayakkabı giymeye utanırdı, şimdi çocuklar marka yarıştırıyorlar. Oysa şu komşuya ayıp olmasın diye evin ihtiyaçlarını gece gizlice getiren baba hikâyeleri gerçekti, hayat böyle yaşanıyordu. Eskiden iki gönül bir olunca samanlık seyran oluyordu, bugün evli bir çiftin parası-pulu, hanı-hamamı, katı-yatı, villası-köşkü oluyor da gönülleri bir olmuyor; insanlık bitmiş, gönül kalmamış da ondan! Hâlbuki modernleşmek için harcanan çaba insanlaşmak için harcansaydı bugün başka şeyler konuşuyor olacaktık; insan kendi kendine deli gömleği giyebilir, ama onu çıkaramaz.

Hiç şüphesiz insan hayatın ve tarihin akışı içerisinde tanınır, aslolan tutum ve davranışlardır; gerisi sözlerden ibarettir, doğru ile yanlışın iç içe geçtiği, isabetli isabetsiz sözlerden. Bir noktanın altını önemle çizmek gerekir ki, hayattan ve tarihten ders almayanlar aynı hatayı defaatle işlerler, sonra da ağlarlar; işte ahmak olanlar bunlardır. Böylelerinin gözyaşlarına bakıp üzülmemek icap eder. Dolayısıyla masa başı değil, hayat içi okumadır aslolan; yaşar, görür, anlarsınız.

İnsan olmak zordur kuşkusuz, sorumluluk gerektirir; bu da ancak insan olma şuuru ve insan olarak yaşama iradesiyle mümkün olabilir. Aksi de mümkündür, başka bir şey olursunuz ve o şey olarak yaşarsınız, adı her ne ise. Nitekim insan olmanın beraberinde getirdiği ağır sorumluluktan kaçmak için türlü yollara başvurdu insan, böylece hem insan olmaktan çıktı hem de diğer yolların çıkmaz sokak olduğunu anlayamayacak kadar aptal olduğunu ispat etti; eğer aksi olsaydı ne tarih böyle yazılırdı ne de dünya bugünkü gibi olurdu. Bir başka ifadeyle insandan başka her şey oldu insan; adı “insan” kendi başka bir şey, şeklen var, aslen yok. Bu “başka bir şey”in ne olduğunu kitaplar yazmadı henüz, hayvan desen hayvan da değil; bu yüzden fesada uğradı yeryüzü. Yazılı tarih altı bin yıl, ancak “insan” bu kadar kısa sürede dünyayı dünya olmaktan çıkarabilirdi; nitekim başardı ve tarihi “kirli işlerinin çetelesi”nden ibaret kıldı. Özetleyecek olursak, âlemde insan gibisi yoktur, çünkü o kendine dahi acımaz!

Hal böyle iken bir de bakıyoruz ki, sorumluluk almaktan kaçınan insan “yürüyen şikâyet kutusu” olmuş, üstelik tabiattaki tüm canlılar ondan şikâyetçi iken. Hem fesat çıkarıyor hem de şikâyet ediyor. Hayatın her alanında hesabını kazanmak-kaybetmek üzerine yapıyor, değerler alt üst olduğu için, kazandığı şeylerin ona insanlığını kaybettirdiğinin farkına varamıyor. İnsanlığını yitirdikçe daha da açgözlü oluyor, dahası kazanmanın ya da kaybetmenin nihai açıdan önemli olmadığını bilmiyor. Hayat bu, bugün kaybedersiniz yarın kazanırsınız ya da tersi olur; neyi nasıl kazandığınız ya da kaybettiğiniz önemli, çünkü bu, sizin nasıl bir insan olduğunuzu, hatta insan olup olmadığınızı gösterir. “Modern insanın gelişimi” bugün ağızlarda sakız gibi çiğneniyor. Nasıl gelişmiş? Öyle İblis’leşmiş ki, dünya nüfusunun on katını yok edebilecek miktarda nükleer silah üretmiş. İblis şaşırıp kendinden şüpheye düşse yeridir; herhalde o da bu kadarını beklemiyordu. Bu “insan”a göre, yozlaştıkça “kazanıyor” ve “çağdaşlaşıyoruz”; ne yapalım, “modern insan”ın zekâsı bu kadar. Hiç şüphesiz bu, modern dünyada birbirine bağlı yaşanan iki ölümün doğal sonucu: Tanrı’nın ölümü ve insanın ölümü; bir başka ifadeyle “modern medeniyet” “ölümler” üzerine kurulu.

Eğer insanı gereği gibi anlayabilseydik, onun varlığının anlam ve amacını, içinde beslediği duyguları, büyüttüğü özlemleri, onu iyi veya kötü yapan şeyin ne olduğunu layıkıyla bilebilseydik, ne kendimize ne de diğerlerine bu kadar zulmetmeyecektik; belki de daha iyi bir yer olacaktı bizim için dünya. İnsan insanlığını bilseydi eğer, dünya hepimize yetecekti; bugün koca bir dünya dar geliyorsa bize, insanlıktan söz etmek muhaldir. İlginçtir ki, sıkılan bunalan, daralan insan dünyaya kızıyor, küfrediyor; oysa dünya değil, insanlar kötü. Nesi kötü dünyanın, bizim gibi misafirleri dışında? İnsan kirli iken dünya nasıl temiz olsun?

Yine de yalanın baş tacı olduğu bir dünyada hâlâ Hakikat’ten söz edilebiliyor olması az şey değil. Tarih insanın kirli işlerinin çetelesi olduğu kadar aynı zamanda insanın “insan”la mücadelesidir de. Hikmet arayışı ve insanlık mücadelesi devam ediyor, bu arayış ve mücadelede umutsuzluğa yer yok. Zira kâinatta durağanlık yoktur, her biten şeyin ardından bir yenisi başlar; işte bunun için umutsuzluk küfürdür, çünkü içinde sonsuz imkânların saklı olduğu yaratılışı inkâr etmekle aynı kapıya çıkar. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez; ancak pek tabii ümit edebilmeyi de hak etmek gerekir, hayalperestliğin adı “ümit etmek” olmuşsa hayal kırıklığıdır bu yolun sonu.

Hulâsa, İnsanlığımızı koruyabilirsek alnımızın akıyla gideceğiz bu dünyadan; ya da öyle bir gideceğiz ki, ne biz bakabileceğiz kimsenin yüzüne ne de kimse bizim yüzümüze bakacak! Herkesin bir duası vardır, bizim duamız bu dünyadan insan olarak, alnımız açık, başımız dik gitmek için olmalı. Dünya ebedî yurdumuz değil ki, dünyanın peşinden koşalım; toprağın altına götüreceğimiz bir şey yok ki, biriktirip istifleyelim; nefs doymak bilmez ki, onu tatmin etmeye çalışalım; doğru yaşayıp ölürsek istediğimiz her şey bizim; bir gün bitecek olana bu rağbet niye? Doğru olanı yapmak için yeterince zamanımız var; mesele bizim böyle bir niyet taşıyıp taşımadığımız.

atillafikriergun.wordpress.com

Risâle (Düşünceden Siyasete; Karanlığın Sonu Aydınlık), Kibele Yayınları, Kasım 2012, 1. Baskı, shf. 13-18

itaatsiz.org'a teşekkürler.

  
1701 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın