• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/tabusalcom?ref=hl
  • https://twitter.com/tabusal
Levent Ertürk
Kayıp Bilgi
19/05/2015

Konu derin bir konu. Bazı alıntılarla başlamak istiyorum.

Başlangıçta her şey sürekli bir karanlığa bürünmüştü. Gece, içine dalınamaz bir çalılık gibi her şeye zulmediyordu.
(Orta Avusturalya Aranda halkı Yaratıcı efsanesi)

Her şey beklenti içindeydi, her şey sessiz ve sakindi, hareketsizdi ve gökler bomboştu.
(Bir Maya efsanesi)

Hiçlikte yüzen bir bulut gibi tanrı Na, boşlukta tek başına oturmuştu. Uyumuyordu çünkü uyku diye bi şey bilinmiyordu; acıkmıyordu çünkü açlık henüz bilinmiyordu. Uzun bir süre böyle kaldı. Sonunda aklına bir fikir geldi. Kendi kendine “ben bir şey yapacağım” dedi…
Gilbert adalarından bir efsane.

Her şey bir Bütünlük içinden çıktı ve değişiklik ile donandı.
(Huai-nan Tzu, Çin. Yaklaşık M.Ö 1. yüzyıl)

Çok mu sürdü az mı sürdü ? / Etraf ışığa büründü. / Tanrı ışığı duman toplarını çarptı. / Her çarptığı yanar yıldız oldu. / Oldu da nereye gitti ? / Tanrı’nın gösterdiği yere gitti. / Öyle, Ulu Tanrı karanlığı aydınlık etti.
(Karaçay Türkleri yıldızların yaratılışı efsanesi)

Ezelde, yalnızca Yaratıcı vardı. Biz ona Tirowa deriz. Onunla beraber sonsuz bir uzay vardı. Başlangıcı ve sonu olmayan, zamansız, şekilsiz, hayatsız bir boşluk… Her şey, başlangıç, son, zaman, şekil ve hayat Tirowa’nın ölçülemez hafızasındaydı. Neden sonra O sonsuzluk ve sınırsızlık, sonlu ve sınırlı olanı yarattı.
(Yaşlı Kurt, Hopi Kabilesi)

Çağlar boyunca girişilecek sabırlı ve dikkatli çalışmalar, bugün için sır perdesinin ardında kalan birçok şeyi aydınlığa kavuşturacaktır. İnsan, evrenin sırlarını araştırmak için yaşamının tümünü bile harcasa, yine de böylesine engin bir sorun karşısında yeterli olamaz. Bu nedenle bilgiler, ancak çağlar aşıldıkça insanoğlunun önüne serilecektir. Bir zaman gelecek, o günün insanları kendilerince bilinen şeylerin daha önceleri bilinmeyişine çok şaşıracaklar. Bizlerin anısı çoktan hafızalardan silinip gittiğinde, bir çok buluş ortaya çıkacaktır. Her çağın insanına, araştırmak üzere sorular gizlemesini beceremeyen bir evren, çekici olmaktan uzak, tekdüze bir yaşam ortamı oluştururdu.
(Lucius Annaeus Seneca, Doğa Araştırmaları kitabından.)

zaman

Daha fazla alıntıya gerek yok. Öyle görünmekte ki, yaratılış ve zamanın akışı konusunda insanlığın ortak bir kültürü, anlayışı mevcut. Ortadoğu semavi dinleri her ne kadar gereğinden fazla siyasete bulaşmış olsalar da, tüm bunları geçip, öze odaklandığınızda onlarda da benzer ifadeleri bulabilirsiniz. Rab, Allah, varlığının farkına varmış, tanınmak, bilinmek istemiş ve sonsuz bir fışkırış ile her şeyi yaratmıştır.  Bazı gizemci Yahudi mistiklerine göre ise, yeryüzündeki pislik ve kötülükler şöyle açıklanır. Rab, kendi içinde bir boşluk oluşturmuş ve varolan her şey bu boşluğun içinde yer almıştır. Zamanı geldiğinde boşluk kapanacak ve her şey aslına dönecektir. Elbette daha pek çok dinsel anlatım olabilir…

Peki, zaman nedir ? Zamanın bizim üzerimizdeki psikolojik etkileri nedir ? Önce bir deneyimimi sizlerle paylaşmak isterim.

***

İkinci kalp krizimi geçirdiğimde, sağlık personeli beni bir sedye üzerinde apar topar ameliyat odasına taşırlarken berbat durumdaydım. Göğsüm eziliyordu ve ağzımdan iniltiden başka ses çıkmıyordu. Başımda koşturan kadın doktorun “çabuk olun bilmemne seviyesi yükseliyor” diye seslendiğini işittim. Ne seviyesi olduğunu bilmiyorum, herhalde portatif monitördeki eğrilerden biri. Ama bu kadar telaşlandığına göre durumum iyi değil demekti. Masaya yatırdıklarında ise sol bacağım istem dışı olarak vurmaya başlamıştı. Tak tak diye çarparak seri bir şekilde titriyordu. Bir soğukluk hissinin çenemden başlayıp yayıldığını farkettim. İşin en kötü tarafı, tüm bunlar olurken bilincim hâlâ yerindeydi. İçimden “demek buraya kadarmış” diye düşündüm. Korkuyordum ama bir yandan bundan sonra neler olacağını da merak ediyordum. Sonra nefesim kesildi. Her yeri bir karanlık kapladı.

Ve sonra, her şey bambaşkaydı. Derin bir huzur hissi vardı. Anlatılamayacak kadar büyük bir şey. Sevgi dolu bir şey. Hiçbir şey kötü değildi. Bütün kavgalarımız orda anlamını yitirmişti. Neden bunca çekiştiğimizi bile hatırlamıyordum. Bu yazdıklarımdaki “sevgi” kelimesini açmak isterim. Bu sevgi “canım, cicim” tarzında bir şey değildi. Benimle konuşmuyordu ama beni yargılamıyordu, ben de onu yargılamıyordum. Karşılıklı bir anlayış vardı. Onunla idim, artık korkacak bir şey kalmamıştı, zaten O, korkulması gereken bir şey de değildi.

Yoğun bakım odasında uyandığımda ve sonraki yaşantımda bu hissi hiç unutmadım. Şu an dahi, bir sürü insanın uğrunda birbirini öldürdüğü konuların benim için değeri yok. İstediğim tek şey, elimden geldiğince saplantılara kapılmadan yaşamak, az acı çekerek ölmek ve yeniden bu evrensel bilinçle bir olabilmek. Zamanın ve mekanın anlamını yitirdiği o büyük bilinç hali… Peki, hislerim beni aldatıyor olamaz mıydı ? Neden olmasın… Belki de ölüme karşı son bir direniş göstermek isteyen beynim son ana yaklaştıkça tatlı bir hayal üretmekteydi. İyi ama, nasıl olur da beynim daha önce hiç deneyimlemediğim bir şeyi bana yaşatabiliyordu ve bu his nerden geliyordu ?

***

Zaman, insanoğlunun aklını kurcalayan en derin konulardan biri. İslam öncesi Araplar zamanın, “dehrin” üstünlüğüne inanırlardı. Dünyanın her yerindeki dinsel anlatımlarda zamanın gücünü vurgulayan temalara rastlayabilirsiniz.  Carl Sagan “Karanlık bir dünyada bilimin mum ışığı” kitabının finalinde, ortalama Amerikalıların kültür seviyesini eleştirdiği bölümde onlara şöyle seslenir: “Soru sormaktan korkmayın, aptalca soru yoktur!

Bundan ilham alarak şunu sormaktayım. Ben neden 1961 yılında doğdum, neden bir başka zamanda doğmadım? Yoksa doğdum ve öldüm mü? Buna karar veren neydi?

Bu soru, ister istemez, yeniden bedenlenme “reenkarnasyon” inancına kapı açar. Çok detaya girmeden belirtirsem, ben buna inanmıyorum. Sevimli hayalet Casper gibi bir şeyin bedenden bedene dolaştığına inanmıyorum. Ama, yokluk gibi görünen bir bilincin, farklı salınım seviyelerinde sonsuz yaşamlara ve kaderlere yol verdiğini düşünmekteyim. Elbette bu düşüncemi tamamen kendi kafamdan uydurmuyorum; antik medeniyetlerden günümüze teorik fiziğin zaman anlayışının nasıl değiştiğini gözönüne aldığımda, aklıma bu düşünce gelmekte.

Bundan yüzyıllar önce, insanlar zamanın kendi başına bir varlık, ayrı bir referans sistemi olduğuna inanıyorlardı ve bir tür “mutlak zaman” kabul ediliyordu. Bunun anlamı şudur. Bildiğimiz ve bilmediğimiz her şey bu zaman havuzunda kendi yasalarına uyarak hareket eder, yön değiştirir, yaşar ve ölür. Özel ve genel görecelik kuramları bu anlayışı yıktı. Hareketten, hızdan bağımsız bir zaman düşünülemezdi. Zaman, ancak bunlarla ifadesini bulabilen bir etkiydi. Dolayısı ile, hıza bağlı olarak zamanın akışı ve algılanışı ayrı sistemlerde birbirinden farklı olacaktı. Özel ve genel görelilik kuramlarından yola çıkarak bir dizi kestirimler yapıldı. Bunlara göre;

– Cisimler hızlandıkça zaman daha yavaş akmaya başlar.
– Durağan kütleye sahip cisimler asla ışık hızına erişemezler.
– Cisimler hızlandıkça boyları kısalır.

Hareketin bu etkileri gündelik hayatımızda algılanmaz. Bizim gündelik ölçülerimiz ve zamanlarımız kozmik ölçüler yanında o kadar küçük ve yavaştır ki kolayca görmezden gelinebilir. Bizim yaşantılarımızda “klasik fizik” dediğimiz yasalar etkilidirler. İstesek de istemesek de onlara uymak zorundayız. (Bazı vatandaşlarımız o yasalara da uymaz ve ortalığı kan gölüne çevirirler!)

Artık “zaman” da ayrı bir koordinat olarak fizikte yerini almıştı. Fakat yine de, bilinen donelerden yola çıkarak bilinmeyen durumların önceden kestirilebildiği bir evrensel durum anlayışı vardı. Kuantum fiziği bu anlayışı yıktı. Bu fiziğin en bilinen “Kopenhag yorumuna” göre:

– Makro sistemler klasik fizik yasaları ile açıklanırken, mikro sistemler kuantum mekaniği ile açıklanır.
– Her mikroskobik sistemin durum, pozisyon ve momentumunu içeren bir dalga fonksiyonu vardır. (Kısaca, momentum bir nesnenin kütlesi ve hızının çarpımıdır.)
– Klasik fiziğin kullandığı referanslar, kuantum fiziğinde sonsuz uzayda, sonsuz boyutlu vektörleri etkileyen matrikslere dönüşürler. Bir anlamda, varolduğunu düşündüğümüz her şey bir olasılık dalgasından ibarettir.

Ve kuantum mekaniği Kopenhag yorumunun bir diğer çıkarımı klasik fizikçilerin uykusunu kaçıracaktı:

– Gözlem veya bilinç dalga fonksiyonunu çökertir.

Aşağı yukarı bunun anlamı şu. Gelecek, doğası gereği belirsizdir. Bir parçacığın hem konumunu hem de momentumunu aynı anda ölçemezsiniz. Daha doğrusu, bu durum bir deneysel yetersizlikten kaynaklanmaz. Çünkü aynı anda hem konumu hem de momentumu ölçülebilen bir elektron yoktur. Dahası, parçacığı gözlemlediğimiz anda dalga fonksiyonu çöker ve a(n) gerçekliği ortaya çıkar. (Olası pozisyon değişikliklerinden birinin bize görünür olması ve öbürünün yok olması.) Kısaca, parçacık bizim gözlemimize göre bir seçim yapmaya zorlanır ama parçacığı gözlemlemediğimiz zaman, onun ne yapacağını asla bilemeyiz.

Peki bu durumda, gerçekleşmeyen “olasılığa” ne olur ? Bu konuyla ilgili, bir sürü yorum var. Detaylarına girmeden ilk aklıma gelenleri yazarsam: Çoklu dünyalar yorumu, gerçek-gözlem yorumu, çift katlı dünya yorumu, derin gerçeklik yoktur yorumu gibi…

Tüm bunları geçip tekrar zaman konusuna dönersem…

Zamanla ilgili en büyük soru, neden onun hep tek yönde ilerlediği sorusudur. Zamanın tek yönde ilerlemesi “öylesine” kabul ettiğimiz bir şeydir ama fiziğin hâlâ hararetle tartışılan en önemli gündemlerinden biridir.  Annemiz, babamız ve bizler yaşlanırız, “zamanı gelince” ölürüz. Nesneler bozulmaya doğru genel bir eğilim gösterirler. Daha teknik konuşmak gerekirse, “büyük patlama” ile tetiklendiği düşünülen evrende zamanın termodinamik oku etkisini arttırır ve böylece evren düşük entropili bir geçmişten daha yüksek entropili bir geleceğe doğru hareket eder ve bu hareket “tersinemez.” Yakın zamanlarda, zamanın neden tek yönlü aktığını anlayabilmek için temel kuvvetlerin parçacık alışverişine dayalı kuramlar geliştirilmekte. Kaba bir benzetme yapmak gerekirse, parçacık alışverişlerinde sanki bir tür “tek yönlü dişli” mekaniği geçerli. Dişli çarklar iki yönde de döndürülebilir. Saat yönünde veya onun tersinde. Ama dişli mekaniğini bir yanı eğimli ve diğer yönü dik şekilde yaparsanız ve dik bölüme saplanacak bir kilit eklerseniz, dişli çark daima bir yönde dönecektir. Teorik olarak, karşıt yönde dönmesi de mümkündür; ama tasarımınız bunu engeller. Daha fazla açıklamaya gerek duymuyorum. Dileyenler arama motorunda “zamanın oku, entropi, termodinamik ok” vb yazarak yüzlerce sayfalık bilgiye ulaşabilir.

Peki, nereye vardık ? Fizikçi John Gribbin’e göre, “boşluk” dediğimiz şey, adeta fokurdayan bir “sanal parçacıklar” kütlesidir. Hiçbir parçacığının olasılık dalgası gerçek değildir ve zaten o noktada “gerçeklik” çok bulanık bir kavramdır. Eğer olasılık dalgasına yapılan bir müdahale sonrası bir gerçeklik durumu ortaya çıkıyorsa, o zaman daha derin bir soru yüzeye çıkar : Evreni kim gözlemliyor ? Elbette bu sorunun ardından bir tür yaratıcı-gözlemci irade fikri ortaya çıkacaktır ki ona fazla değinmek istemiyorum; zira bu durumda Tanrı tartışması işin içine girer. Farklı bir yorumu aynen alıntılamak isterim:

Tüm evrenin üstüste binen dalga fonksiyonlarının, yani etkileşim içine girerek kuantum seviyesinde ölçülebilir girişimler üreten alternatif gerçekliklerin tümünün birden çökmediği de varsayılabilir. Hepsi eşit derecede gerçektir ve hepsi süper-uzayın ve süper-zamanın kendilerine ait kısımda varolurlar. Biz kuantum seviyesinde bir ölçüm yaptığımızda, gözlem sürecinden dolayı bu alternatiflerden birini seçmeye zorlanırız ve o da “gerçek dünya” olarak gördüğümüz şeyin bir parçasına dönüşür. Gözlem edinimi alternatif gerçeklikleri birbirine bağlayan bağı koparır ve onları süper-uzaydaki (Hilbert uzayı) kendi ayrı yollarını izlemeye bırakır; her alternatif gerçeklik aynı gözlemi yapmış fakat farklı bir kuantum cevabı almış ve “dalga fonksiyonunu” çökertip tek bir kuantum alternatifine indirmiş olduğunu düşünen kendi “gözlemcisini” de içinde taşır. (Kaynak: Schrödinger’in kedisinin peşinde, John Gribbin)

Bu yoruma göre her şey değişmekte. Bir üst seviye gözlemci aramak yerine, her şeyin her şeyi gözlemlediği ve bunun sonucunda, olasılık dalgalarından bazılarının çöküp bazılarının gerçeklik olarak ortaya çıktığı tuhaf bir evren. Bu yorumu sürdürürsek, bizler de bir başka alternatif evrenin alternatif evreni olabiliriz. (Çoklu dünyalar yorumu). Tabii, bu durumda geleneksel “zaman paradoksu” fikri bir anlam taşımaz. Minik bir grafikle göstereyim.

nD—————–nB————–nB2—->

Diyelim ki benim hayatım NB  noktasında başlamış olsun. Hayatımın bir diğer yerinde mesela NB2 noktasında, bir araç geliştirip “geriye”, kendi doğumumdan öncesine ND noktasına gidip dedemi öldürebilir miyim ?

Sanırım, bu sorunun anlamsız bir soru olduğu günden güne farkedilmekte. Zira sonsuz olasılık dalgalarında, böyle tren yolu gibi tek istikametten giden bir zaman okundan söz edilemez, dolayısı ile böyle bir yolculuk yapılamaz. Eğer, dedemin ben doğmadan önce öldüğü bir olasılık dalgası gerçekleşmişse, ben zaten o noktada (ve sonrasında) olamam, dolayısı ile zaman yolculuğu da yapamam. Bunların da tümünü geçiyorum. Fizik kitapları zaten tüm bunların tartışıldığı bölümler ve çizimlerle dolu. Bu konuda kanaatimi sizlerle paylaşmak isterim.

***

Sonsuz olası evrenlerin sadece birinde, kısa bir zaman diliminde yer alan canlılar mıyız? Diyelim ki böyleyiz. O zaman, ölüm sonrasında bizi bekleyen şey nedir? Bu soruya farklı dinsel açıklamalar verildi. Bunlardan en yaygın olan bir tanesine göre, bir tür öykünün içindeyiz. Yaptıklarımızdan sorumluyuz ve bunun neticesinde ya sonsuz bir azaba veya sonsuz bir mutluluğa teslim edileceğiz. Farklı bir yorumda ise, insan bilincinin ulaşacağı bir zirve noktası mevcut. Bu zirvenin neye benzeyeceği ise tamamen yoruma açık. Bir tür durağanlık-tekillik hali olabilir. Bir başka üst bilinçle birleştiğimiz ve onun parçası olacağımız bir durum olabilir. Bengi dönüş kuramında ise, aslında “bir” ve bölünemez olan varlık hissimizin, farklı uzay-zamanlarda farklı bilinçlere kavuşacağı devinim halinde bir evren fikri var. Bu durumda, daha önce bir kır böceği şeklinde bile yaşamış olabiliriz. Tekamül (ilerleme/gelişme) inancı ise, insanın çok basit öğelerden daha üst durumlara doğru geliştiğini/yükseldiğini savunmakta.

Şuna inanıyorum; bir kere gerçekleşen şey, tekrar gerçekleşebilir. Eğer şu anda varsak ve bu yazıyı okuyabiliyorsak, bir başka şekilde yeniden varolabiliriz. Eğer sonsuz olasılık dalgaları içinde yüzüyorsak, aklınıza gelebilecek veya gelemiyecek her şey olabilir. Aslında bu, biraz da kaçamak bir cevaptır: “Her şey olabilir” demek, bir anlamda “bir şey bilmiyorum” demekle eş anlamlıdır. Peki, tüm bunlardan farklı bir şey olabilir mi? Richard Feynmann’dan alıntılıyorum:

Bize lazım olan şey hayal gücüdür, fakat, korkunç bir deli gömleği içindeki hayal gücü. Bilinen her şeyle uyuşacak, fakat öngörülerinde bir yerde uyuşmayacak yeni bir dünya görüşü bulmak zorundayız. Aksi halde ilginç olmaz. O, öngörülerimizle uyuşmadığı noktada ise doğayla uyuşmak zorundadır. Eğer önceden gözlemlenmiş bütün bir yelpazeyi kapsayan her şeyle uyuşan, ama başka bir yerde uyuşmayan farklı bir dünya görüşü bulabilirseniz, işte o zaman büyük bir keşif yapmışsınız demektir. Neredeyse imkansızdır, fakat tamamen değil… (Kaynak: Richard Feynmann, Fizik Yasaları Üzerine)

Bazı fizikçilerin belirttiği gibi, şimdilik evren bir tür kurulmuş saate benzemekte. Sanki; görmediğimiz, bilmediğimiz, hakkında sadece inançlar üretebildiğimiz bir şey evreni başlatmış ve sonra geriye çekilmiş gibi durmakta. Bu aslında, “felsefecilerin tanrısıdır”. Kuralları koyan, oyunu başlatan ve sonra hiçbir şeye karışmayan bir tanrı. Ama insanlar bununla yetinmezler. Hiçbir şeye karışmayan bir tanrının pek de önemi yoktur. İnsanlar bilinmezlik okyanusunda daima sığınacak bir liman ararlar ve -onlara göre- tanrı ana limandır. Belki gerçekte böyle değildir ama en azından böyle bir ihtiyaç duyulur. Fakat benim görüşüme göre;

Varolan her şey varolan bir diğer şeyin (her şeyin) bilgisini içinde taşır. Ben buna “kayıp bilgi” demekteyim. Bu kayıp bilgi, hepimizin varlığının temelinde işlidir. Öyle, bir hokus pokus oyunu olarak değil, evrimsel gelişmemiz içindeki temel varlık bilgisi olarak bizlerde saklıdır. Bizler, kendi uzay-zamanımız içinde, biyolojik gerçekliklerimize sıkı sıkıya bağlı bir bilince ulaşırken, o bilincin oluşmasını sağlayan temel varlık bilgimizi kısmen kaybederiz. Çoğumuz, bir uzay-zaman bilinci içinde, zamanın psikolojik okuna bağlı olarak kendi hayatını yaşar ve ötesine pek aldırmaz. Diğer yandan, varlık konusunda duyarlı pek çok insan, yaşadığı zamanlar, yerler ne kadar değişik olursa olsun, aynı gerçeklikleri dile getirirler. Bu, bir yönü ile bilimsel hayal gücü, bir diğer yönü ile dinsel sezgidir. Böyle bir görüş “bilinç” sorununu açıklamamıza da yardımcı olabilir. Bizzat biyoloji biliminden biliyoruz ki, bir zamanlar kendi iç bilinçlerine, kendi yaşam güdülerine sahip olan ilk moleküller kendi aralarında birleşerek tek hücreli canlıların ve gelişmiş canlıların temel yapıtaşlarını oluşturdular. Bu, evrimsel bir süreçti ve genel anlamı ile hayata adaptasyon yeteneğinin doğal bir sonucuydu. Dünyamız milyarlarca yıl boyunca bir tür organik molekül cenneti gibiydi. Sayısız molekül kendi kopyalarını oluşturarak varlıklarını sürdürdüler ve çok hücreli yaşamın yolunu açtılar. Çok hücreli yaşamda, kendi alt bilinçlerine sahip milyarlarca hücre sanki bir tek bilinçmiş gibi davranmaya başladı. Yaklaşık 500 milyon yıl önceki Kamriyen Dönemde ise gezegenimizdeki yaşam çeşitlendi.

Belki böylece şu klasik evrimciler-yaratılışçılar çatışmasında bir uzlaşma sağlanabilir. Evrimsel gelişmenin inkar edilmediği fakat hayatın, tüm varoluşun hala esrarını koruduğu ve aynen bilge Seneca’nın dediği gibi, bilmecenin başka parçalarının gelecekte birleştirileceği yeni bir hayat görüşü.

Eğer varsayımımım, sezgim doğru ise, ortaya bir başka soru çıkmakta. Nasıl oluyor da, varlığın doğrudan “özüne” ait temel bilgiyi kaybettik veya onu bu kadar derinlere itebildik? Bunu şöyle cevaplamak isterim. Temel varlık bilgimiz bizimledir. Kadın olabiliriz, erkek olabiliriz, sakat veya otistik olabiliriz fakat elimiz sıcak bir sobaya değdiğinde o an sadece acı çeken bir “can”, bir varlığızdır. (Bazı nörolojik hastalıklarda bu his de kaybolabilir.) Şeklimiz, kilomuz, cinsiyetimiz, türümüz ne olursa olsun hepimiz Kozmos’un bir parçasıyız ve onun temel bilgisini içimizde taşırız. Zor olan şey bu kayıp bilgiyi keşfetmek değildir. Zor olan şey, bu kayıp bilginin üzerini örten ve onu iyice görünmez hale getiren “molozları” temizleyebilmektir, yani, uzay-zamanın etkilerine bağlı kısa süreli biyoloik yaşamımız ve beynimize yüklenen binlerce dinsel, idelolik bilgi ve dayatmalar. Bu anlamda, bence, Doğu felsefeleri haklıdırlar. Gerçek, bizimledir. Fakat onun bizimle olması, bir tür şarlatanlık yapmamızı gerektirmez. Hani, “her şey sizin içinizde” türünden kolaycılıklara sapmamalıyız.

Öyle görünmekte ki, “bir şey” patladı ve sayısız oluşlara yol açtı. Bu dağılma ve savruluş sürecinde bizler de parçalandık ve Kozmos’la olan bütünlüğümüzü kaybettik. Belki de tüm arayışlarımız varlığın doğası ile yeniden bütünleşme macerasından ibarettir. Bu soylu macerada dinsel sezgiler, bilimsel kuramlar ve sanat fışkırışları ile ilerlemekteyiz. İçinde zamanın da yer aldığı bu macerada, Kozmos karşımıza her an yeni bilmeceler çıkarmakta ama yine de, kör topal da olsa ilerliyoruz.

İnanın, sonucun ne olacağı hakkında bir fikrim yok. Fakat şuna gönülden inanmaktayım. Varoluş kötü değildir. Hazlar ve acılarla dolu olabilir. Doğasında bolca çatışma vardır. Onun bir yönünü kabul eder ve faydalanırken bir diğer yönünü kabul etmemek olmaz. Kozmos maceramızda elimizdeki en büyük silah bilimdir. Dinsel sezgiler, şimdi benim yaptığım gibi kişisel görüşler, sanat anlatımları da önemlidir ama bilim hepsinin üzerinde yer almalıdır. Çünkü bilim bizlere sonsuz olasılık dalgaları içinde gerçekte neyin olduğu bilgisini sunar ve yoğun bir çaba gerektirir. Fakat, evren ve onun içindeki bilinçler o kadar çeşitlidir ki, genelde gerçekliği kendimizle sınırlı tutarız. Bu, bir anlamda gereklidir çünkü doğal seleksiyonun bizlere gösterdiği gibi, her canlı kendi biyolojik ve ekolojik gerçeklikleri içinde mücadelesini sürdürür ve hayat algıladığından ibarettir.

Ama bizler, her nasıl oldu ise, epey farklıyız. Bilgi ve muhakeme gücümüz sayesinde, normalde içinde yaşayamayacağımız derinliklere inebiliyoruz, bizden çok uzaktaki yıldızlarla ilgili çalışmalar yapabiliyoruz.

Bana sorarsanız,
maceramız daha yeni başladı.

Belki de bu, Feynmann’un dediği gibi, delice bir macera …

Saygılar



1341 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Forrest Gump: Masumiyete Koşan Adam - 30/05/2018
........
Sodom ve Gomore Şehirlerinin Öyküsü - 01/02/2018
...
Tanrı Bumba - 25/08/2017
Bir Orta Afrika halkı olan Boshongo kabilesinin yaratılış miti. Boshongolar, Tanrı’ya “Bumba” derler.
Burada ve Şimdi Olan... - 01/08/2017
...
Apaçi Yerlilerinin Yaratılış Miti - 22/04/2017
Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Ne yeryüzü, ne gökyüzü, ne Güneş, ne Ay …sadece karanlık her yeri kaplamıştı.
Mavi Peri - 12/02/2017
Biliyor musunuz, çocukluğumda okuduğum bazı çocuk romanlarının ne kadar değerli olduklarını, ne büyük bir emek ve sanat gücü ile yazıldıklarını ancak seneler sonra fark edebildim.
Krishnamurti’yi Okumak - 02/12/2016
Öyle görünmekte ki, bizlerden ayrılan bu kartal kendi göklerinde uçarken, yerde, pislikler ve çürümüş yiyecekler arasında milyarlarca böcek bitmek bilmeyen iştahlarının peşinden koşacaklar.
Samuray Savaşçılarında Çay Kültürü - 14/10/2016
Geleneksel Japon savaşçıları olarak bilinen Samuraylar, başlangıçta toprak ve çiftlik sahiplerini yağmacılara karşı korumak için kurulan paralı asker birlikleriydi.
Bukowski’yi seviyorum. - 10/04/2016
Kimse kusura bakmasın, böyle bir adam küfürsüz anlatılamaz. Bu serseri orospu çocuğu işi biliyor.
 Devamı